Anadolu Coğrafyasında Takı Kültürü

Türk Dil Kurumu’nun yaptığı en basit tanımla takı, kadınların ziynet eşyası olarak anlamlandırılmış, kelime olarak takmak fiilinin kökünden türetilmiştir. Mücevher ise, değerli maden ve değerli taşlar kullanılarak üretilen takılara verilen addır. Altın, gümüş gibi kıymetli madenler üzerine pırlanta, elmas, zümrüt gibi değerli taşların bezenmesiyle ortaya çıkarılan, genellikle kıyafetlere ve vücuda takılan kolye, yüzük, küpe, broş gibi süs eşyaları mücevher olarak anılmaktadır. Bunun yanı sıra inci, mercan, sedef gibi organik süreçlerle oluşan malzemeler de mücevher kategorisinde sayılmaktadır.

Takı, ilkel insanlarda yaşamsal önemi olan yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçlardan sonra gelen bir süslenme ve kötülüklerden korunma ihtiyacı olarak karşımıza çıkar. Öncelikle karşı cinse güzel görünmek için tarih öncesi dönemlerde taş, kemik gibi malzemeler kullanılarak oluşturulan süs eşyaları olduğu bilinmektedir. Bununla beraber ilkel toplumlar tehlikelerden koruyucu öğe ve tılsım olarak da takıyı kullanmışlardır. İlkel toplumlarda erkekler güçlü bir görüntü verebilmek adına doğadaki en güçlü hayvanları taklit ederek, bu hayvanlara ait boynuz, diş, post gibi nesneleri kullanarak simgesel bir görüntü verme yoluna gitmişlerdir. Öte yandan erkeklerin güç simgesi ve korunma amacıyla kullandıkları takılar, kadınlar tarafından da fazlaca kullanılmıştır. Kadınlar karşı cinse kendini beğendirmek, dikkat çekebilmek düşüncesinin kullanımda ağır bastığı takılarda, erkeklerden farklı olarak tabiatta göze hoş görünen her objeden yararlanmışlardır. Deniz kabukları, renkli taşlar, kuş tüyleri, çiçekler ve bunlara benzer doğal malzemeler kadınların güzel görünmek adına sıklıkla kullandıkları takılar olarak bilinmektedir.

Tarih öncesi dönemlerde hüküm süren her bir uygarlık, kendinden sonraki uygarlıkların sanat anlayışına katkıda bulunmuştur. Anadolu yarımadasında 5000 yıllık tarihi olan takı sanatında da bu topraklarda yaşamış olan uygarlıkların kültürel ve sanatsal özellikleri, günümüz takı ve mücevher tasarımlarına ilham kaynağı olmaktadır

Tarih Öncesi Dönemde Takı

 Değerli metallerin belirli tekniklerle işlenerek takı ya da mücevher haline getirilmesi kuyumculuk olarak tanımlanmaktadır. Anadolu medeniyetlerinde kuyumculuk, bir sanat dalı olarak M.Ö. 3 bin yıldan bu yana uygulanmaktadır. Bulunduğumuz coğrafyada binlerce yıldır yaşamış olan farklı uygarlıklar her alanda olduğu gibi kuyumculuk alanında da birbirlerinden etkilenerek kendi özgün stillerini oluşturmuşlardır. Kuyumculuk ise sanatsal yönünün yanı sıra bir zanaat olarak da kabul edilmiş ve bu sanat her medeniyetin kendi kültürel, ekonomik ve sosyolojik özelliklerine göre şekillenmiştir. Anadolu’nun tarihsel önemi olduğu bilinen farklı yörelerinde yapılan kazılarda Neolitik dönemden itibaren kullanılmış olan takı çeşitlerinin bulunması, toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi, takı ve kuyumculuk alanlarında da zengin tarihe sahip bir coğrafyada bulunduğumuzu göstermektedir.

İnsanlık tarihinin takı ile olan serüveni ilkel toplumlardan bu yana incelenmiştir. Ancak Paleolitik ve Mezolitik devirlere ait buluntulara pek fazla rastlanmaması, bu dönemlerde yaşayan insanların henüz yerleşik hayata geçmediği ve dinsel inanışların henüz tam olarak kökleşmemiş olduğu sonucunu düşündürmektedir. Yerleşik hayata geçilen dönem olan Neolitik çağda ise günlük yaşamın her alanında olduğu gibi takı alanında oluşturulan birçok esere ulaşılabilmiştir.

İnsanların yerleşik hayata geçmeye başladığı dönem olarak kabul edilen Neolitik dönem, M.Ö. 8000-5500 yıllarına tarihlenmektedir. Cilalı Taş Çağı olarak da adlandırılan Neolitik dönemde seramik üretiminin yoğun biçimde yapıldığı bilinmekle beraber maden kullanımına başlandığı ve özellikle günlük kullanım eşyalarında madenin kullanıldığını görmekteyiz. Dönemde en fazla kullanılan madenlerin ise altın, gümüş takı ve bakır olduğu buluntularda ortaya çıkmıştır. Özellikle altın, Neolitik dönemde ilk fark edilen maden olarak bilinmektedir. Buna karşılık günlük kullanım aletleri ve takı yapımında bakır, Anadolu topraklarında 10 bin yıl önceden bu yana kullanıldığından metalurjinin ilk dalı olarak anılmaktadır.

Bu devirde Anadolu’da en önemli yerleşim yerleri höyüklerdir. Bunlar arasında Diyarbakır Çayönü, Gaziantep Sakçagözü ve Konya Çatalhöyük bu devre ait merkezlerdendir. Neolitik dönem yerleşim merkezlerinden en iyi bilinen yerleşim alanı, Konya’nın 52 km. güneydoğusunda, Çumra ilçesinin kuzeyinde yer alan Çatalhöyük’tür.

Yerleşik düzene geçilerek insanların bir arada yaşam sürmeye başladığı dönem olarak kabul edilen Neolitik dönemden günümüze ışık tutan buluntularda, mezarlarda kadın, erkek ve çocuk ölülerin yanlarına bırakılan eşya ve takılardan ölümden sonra hayatın olduğuna inanıldığı ve kötü ruhlardan korunmak için ölen kişilerin yanına tılsım olarak bir takım eşya ve takıların bırakılmış olduğu görülmektedir.

Neolitik dönemde kadın takılarının ön planda olmasının yanında erkek ve çocuk takılarının da fazlaca kullanılmış olması, mistik inançların insanların yaşamlarını ve davranışlarını etkilediği sonucunu doğurmaktadır. Özellikle doğal taşlar, deniz kabukları, hayvan dişleri kullanılarak yapılan bu takıların, kullananlarda tehlike ve olumsuz durumlardan korunduğu inancının hakim olduğunu düşündürmektedir.

Takı malzemesi olarak yoğun olarak doğal malzemenin kullanıldığı bu dönemin kendine özgü sanat ve mimarlık tarzı, madenin taş ve topraktan tamamen ayrılarak işlendiği Kalkolitik çağa kadar devam etmiş ve nispeten kendinden sonraki dönemi de etkilemiştir. Kalkolitik dönem, maden kullanımında kendinden bir önceki dönem olan Neolitik döneme oranla daha fazla gelişmiştir. M.Ö. 5500-3200 yılları arasına tarihlenen dönemde, madenin taş ve topraktan ayrılarak daha kolay işlenmesiyle gerek günlük kullanım eşyaları ve gerekse takı yapımında yeni yöntemler geliştirilerek daha fazla metal obje üretilmiştir. Anadolu’da maden sanatının ileri aşamaya gelmesiyle gerçek kuyumculuk adımlarının da bu çağda atılmaya başlandığı kabul edilmektedir.

Kalkolitik dönemde maden sanatında ağırlıklı olarak özellikle bakır kullanılmıştır. Bu durum ise, bakırı elde edebilmek için dokuma, seramik gibi başka ürünlerle değiştirmeyle başlayan ticaret olgusunun doğmasını sağlamıştır. Daha çok silah ve eşya yapımında kullanılan bakır bu dönemde yeni yöntemler bulunarak işlenmiş ve şekil verilmiştir. Bakırın yoğun kullanımının yanı sıra takı üretiminde altın ve gümüş gibi değerli madenler tercih edilmiştir.

Kalkolitik dönemin yaşam biçimi ve kültürü, sanat, mimari tarzı konusunda fikir verebilecek zengin arkeolojik belgeler olmasına karşın, takı ve moda kültürüyle ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Kazılarda ortaya çıkan buluntular ise, takılarda Neolitik dönemin etkisinin oldukça fazla görüldüğü sonucunu doğurmaktadır. Anadolu takı tarihiyle ilgili en önemli buluntulardan biri de, Canhasan Höyüğü’nün Geç Kalkolitik tabakalarında bulunan iki adet boncuk ve özel güçler taşıdığına, uğur getirdiğine, kötülükleri uzaklaştırdığına inanılarak takılan tılsım, muska olarak adlandırılan bir amulet olduğu düşünülen kalsedon takı parçasıdır.

Kalkolitik dönemde takı malzemesi olarak taş, boncuk, hayvan dişleri ve kemiklerinin kullanımı madene göre daha yoğun olmakla birlikte, Beycesultan’da bulunan gümüş yüzük ve Canhasan’da bulunan altın bilezik ile topuzlu asa başı, dönemin takı kültürü 10 hakkında fikir vermek açısından önemli eserlerdir. Neolitik döneme oranla daha az sayıda olan takı buluntuları, takı çeşitliliği açısından kendinden bir önceki döneme oranla daha zengindir. Küpe, halhal ve hızma gibi takıların bu dönemde kullanıldığına dair izler bulunmaktadır.

Tunç çağı, bakıra yüzde 10 oranında kalay karıştırılarak elde edilen tunç metalinin günlük kullanım malzemeleri yapımında kullanıldığı dönem olarak tanımlanmaktadır. Tunç, üretim, işleme, kullanım kolaylığı olan ve en önemlisi dayanıklı bir alaşımdır. M.Ö. 3200-1800 yılları arasına tarihlenen döneme adını veren bu alaşımın bulunması, maden sanatında bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bronz olarak da adlandırılan tuncun icadı, özellikle döküm tekniği olmak üzere dönem insanına metalurji alanında önemli gelişmeler elde etme olanağı sağlamıştır. Bu doğrultuda altın, gümüş ve bakır gibi madenlerin işlenmesi daha da geliştirilmiştir. Anadolu topraklarında Troya, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan, Tarsus, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe bölgelerinde yapılan kazılar, Tunç Çağı’nın erken dönemine ait kalıntıları gün yüzüne çıkarmıştır.

Yapılan arkeolojik çalışmalar, dönemin zengin bir takı geleneğinin olduğu sonucuna varabileceğimiz önemli kalıntılar ortaya çıkarmıştır. Kalıntılar arasında değerli taşlar işlenerek oluşturulan takıların da bulunması, bu dönemde yeni kuyumculuk tekniklerinin uygulanmaya başlandığını düşündürmektedir. Tunç Çağı’na ait Anadolu’da yer alan en önemli merkezlerden biri olan Aslantepe’de yapılan kazılarda çok miktarda maden objeler bulunmuştur. Eskişehir yakınlarında bulunan Demircihöyük kazılarında altın madeni kullanılarak yapılan bilezikler, top başlı delikli iğneler, alınlıklar ve kolyelerin yapım tekniklerinden, kuyumculuk alanında ustalaşılmaya başlandığı anlaşılmaktadır.

Dönemin takı kültürü hakkında günümüze ışık tutan buluntuların en önemlileri Orta Anadolu’da Çorum yakınlarında “Alacahöyük Kral Mezarları” olarak literatüre geçen gömütlerde bulunmuştur. Alacahöyük Kral Mezarları’nda dönemin kuyumculuk teknikleri kullanılarak yapılan günlük kullanım eşyalarının yanı sıra taç, diadem, kolye gibi altından yapılmış takılar incelendiğinde, Anadolu’ya özgü oluklu süsleme tekniği ve ajur, kakma gibi özel bezeme metotlarının ustalıkla kullanıldığı görülmektedir. Özellikle altın ve gümüş günlük kullanım eşyaları üzerine yapılan yivli süsleme tekniği dönemin takı teknolojisinin belirgin unsurlarından sayılmaktadır.

Tunç Çağı’nın orta dönemi olarak kabul edilen ve M.Ö. 2500-2000 yılları arasındaki periyotta, Batı Anadolu’nun en önemli merkezi Troya’dır. Bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda Troya’da şehircilik anlayışının yanında, sanat alanında da ileri düzeyde eserler ortaya çıkarılmıştır. “Troya Hazineleri” adıyla geçen ve binlerce parçadan oluşan buluntularda metal işçiliğinin profesyonel bir biçimde uygulandığı görülmekle birlikte, işleme tekniklerinin Alacahöyük kazılarında ortaya çıkan eserlerle örtüştüğü görülmektedir.

Dünya arkeoloji literatüründe Sümer uygarlığına ait Ur Hazinesinden sonra ikinci sırada önem arz eden Troya hazinelerindeki tasarım üslubu ve kuyumculuk teknikleri, döneminin karakteristik sanatsal tarzını ortaya koyan takılarıyla birçok araştırmaya konu olmuştur. Özellikle filigre yöntemiyle üretilen helezon biçimli tasarımlar bu takılara örnek olarak gösterilmektedir.

Yaşadığımız topraklarda tarih öncesi çağlardan bu yana hüküm süren onlarca uygarlık, birbirlerinin kültür ve sanatından etkilenerek kendilerine özgü ayırıcı nitelikte eserler 12 ortaya çıkarmışlardır. Anadolu yarımadasında var olan bu uygarlıkların eserleri, dünya sanat tarihi araştırmalarına günümüzde de konu olmaya devam etmektedir.

Anadolu Uyguarlıkların Takı 

Maden işlemeciliği ve takı alanında kullanılan malzeme ve biçim özellikleri açısından günümüz tasarımcılarına ilham kaynağı olan uygarlıkları ait takı formları, farklı tasarımlar arayan kullanıcılar tarafından da fazlalıkla tercih edilmektedir. Bu doğrultuda mücevher firmalarının tasarımcılarını Anadolu uygarlıkları sanat tarihi hakkında araştırmaya yönlendirdikleri ve özellikle son 10 yıldır tarihi formlarda üretilmiş takılardan oluşan koleksiyonlara yöneldikleri görülmektedir. Yaşadığımız dönemde üretilen tarihsel formda takı modelleri hakkında detaylı bir değerlendirme yapabilmek için, Anadolu topraklarında yaşamış ulusların sanat ve takı kültürlerini de incelemek gerekmektedir:Hititler, Anadolu’da hüküm sürmüş önemli medeniyetlerden biridir. Hititlerin sanat ve takı üslubunu incelerken, Hatti uygarlığı hakkında bilgi vermek gerekir. Çünkü Hititler, Anadolu’nun yerli halkı olarak bilinen Hattiler’den sonra Anadolu topraklarına yerleşen bir uygarlıktır. Kuyumculuk alanında yüksek değerde eserler üreten Hattiler, kendilerinden sonra hüküm süren Hititleri sanat ve kültür alanlarında etkilemiştir.

Orta Anadolu’da Hititlerden önce yaşamış olan Hattiler’e ait en güzel eserler Alacahöyük, Mahmutlar ve Horoztepe’de gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu kazılarda motif ve yapım tekniği olarak bir üslup birliği olduğu sonucuna varılmıştır. Ekrem Akurgal’ın Hatti sanatı olarak değerlendirdiği eserlerde özellikle altın kadeh ve testilerde oluk ya da yiv olarak adlandırılan bezeme yönteminin, aynı coğrafyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan ödol ve mühürlerde de kullanılmış olduğu görülmektedir. Benzer olarak Alacahöyük kazılarında bulunan güneş kurslarındaki bezemelerin de Hatti üslubunda yapıldığı gözlemlenmiştir. Bu eserlerde görülen kafes formundaki bezeme tekniği, altın fibula ve diademlerde görünen kabarık nokta dizilerle, konsantrik daireler, Hatti süsleme sanatının karakteristik özelliklerini taşımaktadır.

Antikçağda Anadolu’da hüküm sürmüş ve yaşadığı dönemin yanı sıra kendinden sonraki uygarlıkları da etkilemiş olan Hititler, MÖ 2000 yıllarında Anadolu’ya Kafkaslar yolu ile doğudan gelmişler ve kısa sürede Anadolu’daki yerli halk ile kaynaşarak Yakın Doğu tarihinin en büyük kültürlerinden birini oluşturmuş, Anadolu’da ilk büyük uygarlığı kurmuşlardır.

Hitit uygarlığı kendi dönemini ve kendinden sonra Anadolu’da yaşamış olan diğer uygarlıkları kültürel alanda olduğu kadar, sanat alanında da özellikle mimari, heykel, rölyef gibi eserler yaratarak etkisi altına almıştır. Hititler öncelikle ticari alanda Mısır ve Mezopotamya gibi bölgelerde yer alan ülkelerle ilişkilerde bulunmuştur. Sanatsal alanda yüksek bir kültüre sahip bu bölgelerle yapılan diyaloglara rağmen, kuyumculuk alanında Hititlere ait eserlere pek fazla rastlanmaması dikkat çekicidir. Hitit yazılı belgelerinde (tapınak envanterleri, ganimet listeleri vs.) çeşitli süs eşyalarından bahsedilmekle birlikte, gerek Hattuşa gerekse diğer Hitit kazılarında açığa çıkarılan takılar, yazılı belgelerde sözü edilen malzemeyi tanıtacak nitelikte değildir. Bununla beraber yazılı belgelerde bahsedilen takılar arasında, kıymetli madenlerden yapılmış saç süsleri, küpeler, göğüs süsleri, broşlar, boyun bantları, pandantif ya da amuletler, halhallar, bilezikler, yüzükler ve gerdanlıklar bulunmaktadır. Metinlerde takıların yanında, çeşitli giysiler üzerinde altın aksesuarların kullanıldığına dair bilgiler de bulunmaktadır. Hitit tasvirli sanat eserlerinde erkek ve kadınlara ait, saç bandı, küpe, kemer, pazubent gibi az sayıda süs eşyası betimlenmiştir.

Hitit İmparatorluk Döneminden bugüne kalan sanat eserlerinin önemli grubunu Hititler’in başkenti olan Hattuşa / Boğazköy, Alacahöyük, Eskiyapar ve Anadolu’nun Hitit etkinlik bölgelerinde yer alan merkezlerden ele geçen eserler oluşturmaktadır. Bu eserlerin Hitit sanatı ürünleri olduğunu gerek sistemli kazılar sonucu ele geçtikleri tabakalar, gerek gösterdikleri stil benzerlikleri, gerekse Hitit yazılı belgelerinde geçen tanımlar doğrulamaktadır.

Hitit duvar kabartmaları ve heykellerinde dönemin takı sanatı ve süslenme amaçlı kullanılan ürünler detaylı biçimde görülebilmektedir. Bu eserler incelendiğinde, özellikle küpenin hem kadın, hem de erkekler tarafından kullanıldığı görülür. Altın, gümüş ve demirden yapılan takılar arasında broş, bilezik, yüzük, rozet ve pandantiflerin de adı geçmektedir.

Hitit imparatorlarının kullandıkları mühürler, yüzük ve pandantif şeklinde kullanılmıştır. Kuyumculuk ürünü olarak başlı başına birer sanat eseri olarak kabul edilen imparator mühürlerinden en önemli örnek, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen mühür yüzüktür. Alacahöyük kazılarında ele geçen bu eser, Hititlerin maden işçiliğinde bulundukları düzey için bir göstergedir. Hititlerin mühür yüzük geleneği kendinden sonraki dönemlerde de kuyumculuk alanında yer almıştır. Günümüzde özellikle erkek takılarında ilk sırayı alan mühür yüzükler, kişiye özel tasarımlarda oldukça sık tercih edilen modeller olarak üretilmektedir.

Urartular, M.Ö. 9. Yüzyıldan itibaren Van gölü çevresinde hüküm sürmüştür. Uygarlık genel olarak dik tepeler üzerine yaptıkları yerleşim merkezlerini Altın Tepe, Çavuş tepe, Kayalı Dere, Girik Tepe ve Adilcevaz bölgelerine kurmuş ve Van Gölü yakınında bulunan Tuşba’yı başkent yapmışlardır.

Urartular, hüküm sürdükleri dönem boyunca siyasi, askeri ve ekonomi alanlarında güçlü bir uygarlık olarak yaşamın her alanında önemli eserler bırakmışlardır. Yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen kaynaklar, Urartuların ekonomik gücünün büyüklüğü hakkında bilgi vermektedir. Urartular kuyumculuk alanında kendi dönemlerinde yaşayan diğer uygarlıklara göre çok ileri düzeyde eserler bırakmışlardır. Ancak bu eserlerden çok azı günümüze kalabilmiştir. Urartuların uzun yıllar boyu yaptığı savaşlar neticesinde incelenebilecek az sayıda buluntu olmasına karşın, takı çeşitliliği, yapım tekniği ve işçilik konularında önemli fikirler vermektedir. Değirmentepe kazılarında gün yüzüne çıkarılan Urartu sarayında bulunan takılar, miktar ve çeşit açısından Urartu takı sanatı ve kuyumculuk tekniklerini görebilmemizi sağlamıştır.

Urartuların yerleşim alanı olarak seçtikleri Doğu Anadolu’nun yer altı maden yatakları açısından zengin olduğundan, altın, gümüş, kurşun, demir ve bakır madenleri verimli olarak işlenmiş ve kuyumcu ustaları tarafından üstün işçilik ve teknik uygulamayla şaheser olarak nitelenebilecek takılar ve günlük kullanım eşyaları oluşturulmuştur.

Dönemin karakteristik takıları çift başlı bilezikler, süs iğneleri, pektoraller, altın düğmeler ve fibula olarak adlandırılan iğne-broşlardır. Bileziklerin farklı formlarda 16 hem erkekler hem de kadınlar tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Erkeklerin kullandıkları bilezikler daha çok pazubent olarak kullanılmıştır. Döküm tekniğiyle üretilen stilize aslan ve yılanbaşı formlu bileziklerde üstün bir işçilik görülür. Süs iğneleri Urartularda oldukça fazla kullanılan takılardandır. Gerek kıyafet üzerinde, gerekse saç toplamakta kullanılmışlardır. Genellikle döküm tekniği kullanılarak üretilen bu takıların üst kısmında farklı formlarda süslemeler yapılmıştır. İğne kısmı döküm, tepe kısmı dövme tekniğiyle oluşturulan süs iğnelerinin üzerindeki deliğe ise mühür, boncuk gibi malzemeler asılmıştır.

Pektoraller, Urartuların takı alanında karakteristik bir tür olarak kabul edilen takılarıdır. Ay biçiminde tek parça metal bir levhadan oluşan pektorallerin rütbe ve sınıf işareti olduğu sanılmaktadır. Göğüslük olarak da isimlendirilen pektoral üzerine farklı formda motifler, tasvirler işlenmekteydi. Altın, gümüş ve bronzdan yapılan bu takıların toplumun her kesiminde kullanıldığı izlenimini vermektedir. Altın düğmeler, elbiseler üzerinde süs objesi olarak kullanılmış takılardır. Altıntepe kazılarında ele geçen düğmelerin ince işçiliği ve altın madeninin şekillendirilerek üretilmiş olması, genel olarak soylu kesim tarafından kullanılan bir takı olduğunu düşündürmektedir. Düğmeler üzerinde ince granülasyon tekniğiyle yapılmış rozetler, günümüz takı tasarımında da antik formlar olarak modernize edilerek kullanılmaktadır. Fibula, iki kumaşı birbirine tutturmak amacıyla oluşturulmuş takıdır. Günümüzde kullanılan çengelli iğnenin takı formunda şekillendirilerek estetik bir görünümde 17 tasarlanan fibulalar, Anadolu Medeniyetlerinde birçok uygarlık tarafından kullanılmıştır.

Takı alanında oluşturulan eserlere baktığımızda Urartuların süs eşyalarına önem veren bir toplum olduğu, hem günümüze ulaşan görsel sanatlarından hem de müzelerde sergilenen çok sayıda süs eşyasından anlaşılmaktadır. Sarayda yaşayan insanlardan halka kadar her kesimin kullandığı bu takıların, hem birer statü belirleyici hem de dini anlamlar taşıdığı düşünülmektedir. Urartuların, madenden ürettikleri takılar yanında çeşitli yarı değerli taşları kullanarak yaptıkları kolyeler de dikkat çekici tasarımlardır. Urartu kazılarında, farklı şekiller verilmiş akik, kornalin, magnezit, fayans ve camdan üretilmiş binlerce boncuk bulunmuştur. Bu buluntulardan, Urartuların süs taşı işlemeciliğinde de başarılı oldukları anlaşılmaktadır.

Kazılarda ortaya çıkan yaklaşık 3 bin yıllık küpe, kolye, boyunluk, yüzük, broş, kemer gibi takılarda, “kaplama, kabartma, çökertme, kazıma, telkari ve granülasyon gibi süsleme tekniklerinin kullanıldığı ve bu tekniklerin günümüz teknolojisinde kullanılmaya devam edildiği belirtilmektedir. “Mardin işi” ve “Trabzon hasırı” olarak bilinen takıların yapımında telkari tekniğinin kullanıldığı, altın ya da gümüşün ince bir tel haline getirilerek işlendiği bu yöntemin Urartu Dönemi’nde de çok fazla kullanıldığı bilinmektedir.

Frigler, Orta Avrupa ve Balkanlar üzerinden M.Ö. 1200’lerde Anadolu’ya yerleşerek; özellikle M.Ö. 8.yüzyılın ikinci yarısında kuvvetli bir uygarlık olarak Anadolu tarihinde yerini almıştır. Orta Anadolu Tuz Gölü çevresinde yerleşim alanları oluşturup uygarlık, Ankara yakınlarındaki Gordion’u başkent yapmışlardır. Eskiçağ yerleşmeleri, Ayazini, Aslantaş, Yazılıkaya, Gordion, Pazarlı, Alişar Höyüğü, Alacahöyük ve Boğazköy’de bulunan kalıntılar, Friglerin Hitit uygarlığından etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Bununla beraber Frig sanatı Urartu, Asur ve Eski Ege uygarlıkları sanatının da izlerini taşımaktadır. Sanatsal alanda çağdaşlarını etkileyecek tarzda özgün eserler ortaya çıkaran Friglerin, Anadolu ve Ege adalarını da kapsayan bir bölgeyi de kendi kültür ve sanatıyla da etkilediği görülür. Özellikle geometrik desenlerden oluşan kendine özgü estetik bir düzenle iç içe geçerek oluşturulan bezeme formu, Anadolu’nun yanı sıra Eski Yunan sanatını da etkilemiştir. Frigler’in metal işlemeciliğinde dönemini etkileyen önemli eserlerinden olan bronz kaplarda üstün bir işçilik görülmektedir. Friglerin dünya sanatına kazandırdığı en önemli takı ürünü fibulalardır. Fibulalar farklı malzemelerden üretilerek, giysilerde kumaşı tutturmak amacıyla üretilmiş takılardır. Fibulalar bu işlevsel kullanımının yanı sıra, aynı zamanda bir takı objesi olarak farklı tasarımlarla üretilmiştir. Genellikle bronz döküm olarak çok sayıda üretilen Frig fibulaları, ticari yollarla Urartu ve bütün Ön Asya kültürleri ile kıta Yunanistanı ve İtalya’ya dek yayılmış takılardır Anadolu’da fibula kullanan ilk halk topluluğu olan Friglerden, başkent Gordion’da yapılan kazılarda farklı metallerden üretilmiş çok sayıda fibula bulunmuştur. Frig medeniyetinden günümüze kalan fibula formu çengelli iğneler, günümüzde bir takı objesi olarak modern tasarımlara ilham kaynağı olarak halen tüketicinin beğenisine sunulmaktadır.

Persler, İran kökenli bir medeniyet olmalarına karşın M.Ö. 547 yılından itibaren Anadolu’da iki yüz yıl etkili olmuşlardır. İran’dan Ege’ye uzanan Kral Yolu sayesinde Pers kültürü ve sanatsal tarzı bu coğrafyada yaşayan diğer uygarlıkları da etkilemiştir. Kuyumculuk alanında Persler, diğer sanat alanlarında olduğu gibi gerek tasarım ve gerekse teknik olarak özgün takılar üretmişler, bu takılar Anadolu’da yaşayan halklar tarafından benimsenmiştir. Pers takılarının en önemli örnekleri, aslan başlı bileziklerdir. Perslere ait eserler Manisa ve Uşak yöresinde yapılan kazılarda gün yüzüne çıkarılmıştır. Yapılan arkeolojik araştırmalar, dönemin soylu ailelerinin mezarlarında bulunan takı örneklerinden Pers kuyumculuk sanatının farklı model ve tekniklerde ürünler ortaya çıkardığı sonucuna varmıştır. Pers medeniyetinin Kral Yolu aracılığıyla Ege kıyılarına kadar ulaşabilmesi, sanatsal alanda Greko-Pers adı ile tanımlanan bir üslup ortaya çıkarmıştır. Greko-Pers üslubu, kuyumculukta Helenistik çağ ve Roma dönemlerinde de etkisini göstermiştir.

Hellenistik dönem, M.Ö. 3.-1. Yüzyıla tarihlenen, altın takıların gündelik hayatta kullanımının yaygınlaştığı, kuyum sanatçılarının soylular ve tüccarlar tarafından desteklenerek, sanatsal formda takıların üretildiği dönemdir. Tasarım olarak sanatsal incelikte temalarla ve formlarda hazırlanan dönem takılarının önemli bir özelliği de çok ince işçilikle üretilmiş olmalarıdır. Hellenistik dönem takılarında altının yanında rengin kullanılması önemli ve belirgin bir özellik olarak göze çarpar. Özgün tasarımlarda altının yanı sıra mine, değerli ve yarı değerli renkli taşların kullanılmasıyla dikkat çekici güzellikte takılar üretilmiştir. Telkari ve granülasyon teknikleri incelikle işlenerek üretilen takılardaki etkileyici ince işçilik, dönem takılarının zarif ve göz alıcı formlarıyla akılda kalmasını sağlamaktadır. Herakles düğümü motifi ve yılan formu Hellenistik dönemde dikkat çeken ve tercih edilen takı modellerinden olmuştur.

Pers ögelerinin tek tek alınıp Helen anlayışına uygun yeni takılar üretildiği bu dönemin en önemli atölyesi günümüzde Lapseki olarak adlandırılan Lampsakos’tadır. Bir süre sonra Antiokhia (Antakya) ile Aleksandria (İskenderiye)’da önemli atölyeler faaliyete geçmiştir. Helenistik dönem takılarında Herakles düğümü, yılan formu gibi yeni motifler ortaya çıkmıştır. Aşkı ve sevgiyi simgeleyen Aphrodite, takıların başlıca konusunu oluşturmuştur. Aphrodite takılarda bazen Eros aracılığıyla bazen de kuşu güvercin ve kutsal ağacı mersin ile anlatılmıştır. Böylece, Hellenistik dönemde takı biçimleri çeşitlenmiştir. Küpe, çelenk ve diademler, saç iğneleri, gerdanlıklar, bilezik ve yüzüklerin yanında göğüs süsü ve saç filesi gibi özel takılar da yapılmıştır. Mühür yüzüklerin taş kısmında özellikle renkli taş veya cam kullanılmıştır. Yüzük taşları üzerinde mitolojik figürler, insan büstleri ve hayvan figürleri işlenmiştir. Helenistik dönemin takılardaki ortak özelliği iri ve gösterişli formların, ince ve özenli figür ve ayrıntılarla doldurulmuş olmasındandır.

Romalılar, Anadolu’ya M.Ö. 1.yüzyıldan itibaren girmiş ve hüküm sürdükleri M.S. 5.yüzyıla kadar siyasi etkilerinin yanında kültürel varlıklarını da bulundukları coğrafyada etkin biçimde göstermişlerdir. Roma kuyumculuğunun kendine has form ve üretim teknikleri M.S. 2.yüzyıldan itibaren kendini belli etmeye başlamıştır. Hellenistik dönemde üretilen ince işçilikli, karmaşık form ve tasvirlerle işlenen ve renkli taşlarla bezenen takı kültürü, Romalılar döneminde yerini daha sade takılara bırakmıştır. Bununla beraber Roma takılarında Hellenistik dönem etkilerinin devam ettiği görülmektedir. Roma uygarlığında takının topluma yayılmasındaki en önemli etken cam, bronz ve demir gibi ucuz malzemelerin kuyumculuğun hizmetine girmiş olmasıdır. Ayrıca bronz ve gümüş üzerine altın yaldız kaplama tekniği, daha ucuz metallerin altın gibi değerli metal görünümüne dönüştürdüğü için geliştirilerek takılar üzerine uygulanmıştır.

Doğudan ve Mısırdan gelen opus interrasile (ajur-delik işi), niello, filigre ve emay gibi yeni süsleme tekniklerinin Roma takılarında kullanıldığı görülmektedir. Özellikle opus interrasile ile kabartma ve kazıma tekniklerinin bir arada kullanıldığı küpe ve bilezikler M.S 2.-3. yüzyıllarda moda olmuştur. Romalılar takının her türünü üreterek kendilerine özgü teknik ve biçimlerde karakteristik bir takı kültürü oluşturmuşlardır. Baş takıları taç ve diadem biçiminde kendinden önceki dönemin devamı niteliğinde tasarlanmakla beraber üretilen zincir kolyelerine dinsel ve büyüsel anlamlı pandantifler ve kameolar, uçları topuzlu hilaller takmışlardır.

Yüzüğün hem erkek hem de kadın tarafından kullanılan bir takı olma özelliğinin yanı sıra süs amacı dışında mühür yüzük, rütbe yüzükleri, tılsım için yapılmış yüzükler gibi farklı amaçlarla da kullanıldığı bilinmektedir. Nişan veya evlilik yüzükleri ise tarihte ilk kez Romalılar tarafından kullanılmıştır ve bu gelenek günümüzde de devam etmektedir. Önceleri basit metal halkalardan oluşan bu yüzükler daha sonra altın kullanılarak, üzerine evliliği simgeleyen el ele tutuşmuş kadın ve erkek figürlerinin işlendiği alyanslar şeklinde yapılmıştır.

Roma takı sanatı, Hellenistik dönem sanatı ve takı kültürü içinden kendine özgü süsleme teknikleri ve stil uygulamalarıyla çıkmıştır. Tasarımlarda sadeliğe doğru bir geçişin gözlendiği Roma takıları, kuyumculuk tarihi açısından günümüze önemli eserler bırakmıştır. Roma’nın devamı olan Bizans Dönemi’nde de önemli eserler yaratılmıştır.

Bizans döneminin gösterişli sanatının ortaya çıkışında Helenistik ve Roma geleneklerinin büyük bir payı vardır. Özellikle Romalı kimlik VI. yüzyıla kadar yönetim ve sanatta etkisini korur. Üç kıtaya yayılan imparatorluk sayesinde çeşitli kültürlerle iç içelik, kendini ekonomik alanda bir zenginlik olarak gösterir. Bu dönemde tüm değerli madenler, taşlar ve en önemlisi sanatkârlar dönemin cazibe merkezi olan Constantinopolis’e akar. Bizans uygarlığında yaşamı ve sanatı yönlendiren en önemli unsur dindir. Hristiyanlığın simgesi olan haç, kilise planlarından sütun başlıklarına, küpeden kapı tokmağına kadar geniş bir yelpazede kendini gösterir. IV. ve V. yüzyıllarda Bizans sanatının her alanında olduğu gibi kuyumculukta da Roma etkisi görülürken, Constantinopolis VI. yüzyıldan itibaren imparatorluğun kuyumculuk merkezine dönüşmüş ve kendine özgü form, desen ve teknikleri geliştirmiştir.

Bizans’ın siyasî ve ekonomik olarak zorlandığı dönemlerde bile Bizanslı kadınlar süslenmekten vazgeçmemişler ve ucuz malzemelerden yapılan takıların kullanımı artmıştır. Mücevherlerde renkli taş kullanımı Bizans sanatındaki doğu etkilerinin yansımasıdır. Bizans takıları arasında taçlar, küpeler, kolyeler ve kolye uçları, fibulalar, iğneler, kemer ve kemer tokaları ile yüzükler sayılabilir. Taçlar, soyluluk ve gücü simgelerken küpeler Bizanslı kadınların vazgeçilmezlerindendir. Küpelerde Roma formları kullanılmış, düğün hediyesi olarak en çok hilâl biçimli altın küpeler tercih edilmiştir. Roma’da yüzük vermek, o kişiye imza yetkisi vermek anlamına gelmektedir. Bizanslı kuyumcular da bu Roma geleneğine sonuna kadar sahip çıkmışlar ve Romalılar’ın tüm yüzük tiplerini ve süslemelerini kullanmışlardır. Romalılarda olduğu gibi Bizans takı kültüründe de evlilik yüzükleri çokça kullanılmıştır. M.S. 7.yüzyılda gelenekselleşen evlilik yüzükleri Bizansta genellikle sekizgen formda tasarlanmış ve üzerine gelin ve damadın siluetleriyle birlikte bir haç işareti de işlenmiştir. Yüzüğün yanı sıra geline hediye edilen evlilik kemerleri de Bizans kuyumculuğunun önemli takıları olarak değerlendirilmektedir.

Bizans kuyumculuğu, imparatorluğun varolduğu dönem boyunca Helenistik ve Roma stilleri etkisinde kalmış, ancak hıristiyanlık sembolleriyle harmanladığı tasarımlarını özgün eserler olarak üretmiştir. Etkileri kendinden sonra aynı coğrafyada hüküm süren Osmanlı kuyumculuğunda da hissedilen önemli sanat eserleri bırakmışlardır.

Geleneksel Türk Takı Sanatı 

Türkler Anadolu’ya yerleşmeden önce, Roma, Bizans gibi pek çok uygarlıktan etkilenerek kendilerine özgü takılar üretmiş ve bu takılara dinsel, kültürel ve yapısal fonksiyonlar yüklemişlerdir. Selçuklu dönemi takılarının pek azının günümüze ulaşmasının nedeni çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişte, ölülerin takılar ile mezara gömülme geleneğinin ortadan kalkması olmuştur. Bununla birlikte, ekonomik kriz dönemlerinde, hazine dairesindeki kıymetli eşyaların, takıların ve altınların satılması Anadolu’daki Türk Dönemine ait takı ve tarihinin yazılamamasında en önemli etken olmuştur.Orta Asya’da değişik ülkelerde yaşayan Özbek, Türkmen gibi Türk boylarının, günümüzde de ürettikleri ve kullandıkları takılar, süs taşları, binlerce yıldır değişmeyen bir kültürün ürünü olarak Selçuklu ve Osmanlı öncesinden günümüze gelene kadar “halk takısı” olgusu hakkında bize ışık tutmaktadır. Afganistan Türkmenlerinin takı kültürü ile Anadolu’da kullanılmış olan takıları arasında çok büyük benzerlik bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde takılar değerli taşları ile bezenmiş, altınlardan oluşmuştur. Hatta giysiler üzerine bile taşlardan bezemeler yapılmış ve altın düğmeler kullanılmıştır.

Selçuklu Türkleri doğu ustalarının teknikleri ile Bizans kuyumcularının tekniklerini birleştirmiş ve yeni bir sentez ortaya koymuşlardır. 12.yy ve 13.yy da Anadolu Selçukluları döneminde, Konya, Artuklular döneminde Diyarbakır ve Mardin önemli bir maden yapım merkezi konumundaydı. Selçuklular devrinde altın ve gümüş ziynet eşyaları Konya ve Alaiye’de yapılmaktaydı.

Selçuklu döneminden kalan minyatürler, çiniler ve taş kabartmalarda görülebilen takı çeşitlerinden çok azı kazılarla ortaya çıkarılabilmiştir. Dönem takılarında özellikle kadınların süslü başlıkları arasında taç çok kullanılmıştır. Taç, Türklerin ilk çağlardan beri kullandıkları bir baş takısı olarak dikkat çekmektedir. Anadolu Selçukluları’nda kullanılan taçlarda ortada badem biçimli bir taş yer almaktadır. Diyadem şeklinde olanlarda da ortaya iri ve değerli bir taş monte edilmiştir.

Selçukluların maden sanatına getirdikleri en önemli yenilik, bronz ve pirinç eserler üzerinde altın ve gümüş kakma tekniğinin geliştirilmesidir. Horasan bölgesindeki Herat ve Nişapur’da gelişen kakma tekniğinde, geometrik ve bitkisel motiflerin yanı sıra, kudret-bereket-burç sembolü olan insan ve hayvan figürleri, avtaht-şölen sahneleri, iyilik ve bereket dileyen kitabeler süsleme elemanı olarak kullanılmıştır. Anadolu’da İran ekolünde çalışan Konya ve Musul ekolünde çalışan Artuklu bölgesi atölyeleri en önemli maden merkezleri olmuştur.

Türklerin, Orta Asya’dan gelirken getirdikleri ve en kalıcı olan takı, başlığa takılan tüyler ve sorguçlardır. Bu gelenek sonraki yüzyıllar boyunca saraydan halka kadar herkes tarafından severek kullanılmıştır. Altından yapılanlar dışında en çok incili takılar rağbet görmüştür. İnci, daha çok küpelerde kullanılmıştır. Selçuklularda, kadınların kullandığı oranda olmasa bile erkeklerde de gerdanlık ve küpe takma geleneği vardır. Görsel buluntularda kadınlara ait, birbirine geçme halkalardan oluşan ve omuza sarkan küpeler dikkat çekicidir.

Selçuklu döneminde üretilen madeni eşyalarda insan ve hayvan figürleri çok fazla kullanılmıştır. Bunlar genellikle Orta Asya hayvan üslubunun etkilerini taşır. Ay, güneş sembolleri, bazı mitolojik ve stilize hayvan tasvirleri süslemede en çok tercih edilen formlar olmuştur. Üretilen eşya üzerinde çoğu kez yapan ustanın adı, yapım tarihi ve yeri de kaydedilmiştir. Selçuklu sanatında 1220’den sonra geometrik desenler görülür. Bunlar birbirine bağlantılı, geçmeli çokgen, dörtgen ve dairelerden oluşur. Selçuklu Dönemi’nde altın maden işleme sanatında asil metal olarak çok fazla işlenmemiştir. Buna karşılık bakır ve bronz üzerinde yoğunlaşılmıştır. Genellikle bronzdan yapılan kullanım eşyası üzerine gümüşten gömme figüratif süslemeler yapılmıştır.

Osmanlılar, bin yıllarca süren istilalar ve göçlerle biçimlenen son derece zengin bir takı geleneğinin mirasçısı olarak Anadolu topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Bu kadar zengin kültür kaynaklarının ve geleneklerinin mirasçısı olan Osmanlı, mirasını devraldığı takı konusunda da kendisini daha da gelişmiş bir konuma getirmeye çabalamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü artarken kuyumculuk zanaatının önemi de giderek artmış, Osmanlı kuyumculuğu, miras altığı tarihi kültürel zenginlikle birlikte İmparatorluğun yayıldığı geniş coğrafyanın tüm birikimlerini takı sanatında da göstermiştir. Osmanlının ticaret merkezlerinden biri olan İstanbul’da kuyumcu atölyeleri ve ticaret merkezleri kurulmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu hazinesi dünyada sayılı hazineler arasında yer almaktadır. Osmanlı en görkemli eserlerini II. Selim ve III. Murat döneminde vermiştir. Osmanlı kuyumculuğunun en iyi işlenmiş eserleri bu dönemlerde dikkat çekmektedir. Altından yapılmış çeşitli eşyalar değerli taşlarla süslenmiş, altın ajur tekniği geliştirilerek altın üzerine demir, sedef, yeşim kakma tekniğinde süslemeler yapılmıştır.

Osmanlı’da değerli maden ve taşlar, takıların yanı sıra Kur’an kabı, askı, kılıç, hançer, gaddare, gürz, tüfek, tesbih, bardak, matara, kase, şerbetlik, maşrapa, zarf, kutu, sandık, şamdan, buhurdan, gülabdan, kaşık, nargile, yazı takımı, yelpaze, ayna tarak, kamçı, sadak, Kabe armağanları gibi eşyaların süslenmesinde de kullanılmıştır.

Osmanlı mücevherlerinde çok renklilik hakimdir. Zümrüt, yakut, firuze, elmas, inci, mercan, yeşim, sedef ve akik en sevilen taşlardır. Bunlar imparatorluğun dört bir yanından getirtilerek padişah ve ailesi için ustaların elinde şekillendirilmiştir. Osmanlı mücevheri, saray beğenisi ve gereksinimleri temel alınarak tasarlanmıştır. Bunun yanı sıra siyasal ve kültürel ilişkilerin sonucunda ortaya çıkan yeni eğilimler de benimsenmiştir. Batı etkilerinin kendini göstermeye başladığı 18.yüzyıldan itibaren abartılı irilikte takıların çoğaldığı görülmektedir.

Osmanlı mücevherlerinin tarihsel sürecini genel olarak özetlemek gerekirse; 16. yüzyıl en ihtişamlı dönem olduğundan son derece zengin taş ve incelik kullanılmıştır. 17. yüzyılın ikinci yarısına ait mücevherler Edirne Sarayı’nda çıkan yangın nedeniyle günümüze pek fazla gelememiştir. 18. Yüzyılda devletin başarısızlığını örtmek için ihtişamlı mücevherlere yönelinerek güç imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. 19. Yüzyıl mücevherlerinde ise daha çok Avrupai tasarımlara ağırlık verilmiştir.

Osmanlı saray takılarının günümüzdeki yansımaları da o dönemi aratmayacak niteliktedir. Bronz ve gümüşün ağırlıklı olarak kullanıldığı takı dünyasında swarovski, zirkon ve kök taşlar ve değerli doğal taşlar kullanılmaktadır. Ortaya çıkan her bir takı ise Osmanlı Saray kadın takılarının esintileri ile günümüz modern kadınının vazgeçilmezi olmuştur. Osmanlı kadınının süslenme ya da başka amaçlarla kullandığı takı ve aksesuarların ne çeşit kıymetli madenler ve taşlardan yapılmış olurlarsa olsunlar, bunların hepsi bir kültürün tarihine, bir saltanatın gücü ve ihtişamına ışık tutmaktadır.

Türk mücevher sektörü, üretim geleneği çok eskilere dayanan, köklü bir sektördür. Orta Asya’dan Osmanlılara, oradan da günümüze ulaşan binlerce yıllık zaman yelpazesinde hâkimiyet ve soyluluk sembolü olan mücevherat ile ilgili gelenek ve görenekler nesillere aktarılmıştır. Önemli boyutta bir bilgi birikimi mevcut olan sektör, günümüzde ürün geliştirme, ürün tasarımı ve teknolojik açıdan oldukça iyi bir durumdadır. Ayrıca kendine has üretim teknikleri ve ürün çeşitliliği gibi avantajlarını da dünya pazarlarında önemli bir yere gelmek kullanmaktadır.

Günümüzde yerel özellikler taşıyan ürünleri yapan ustalar, yüzyıllardan beri genellikle fazla model değiştirmeden üretimlerini sürdürmüşlerdi. Tamamen el emeğine dayalı iş yapan bu kuyumcu esnafının bir özelliği de sanatlarını genellikle babadan oğula veya ustadan kalfa ve çırağa geçen geleneksel bir sistemde sürdürmüş olmalarıdır. Günümüzde takı ve kuyum üretimini sürdüren yerel atölyeler ve bunların kümelendiği önemli merkezler; Şanlıurfa, Mardin-Midyat, Gaziantep, Kahramanmaraş, Siirt, Van, Erzurum, Trabzon, Ankara (Beypazarı), Eskişehir, İzmir, Kayseri, Konya ve Tokat’tır. Yerel atölyeler ne kadar önemli ve yaygın olsalar da İstanbul, Bursa ve Edirne gibi eski Osmanlı merkezlerinin üretimi daima sürmüş, hatta halk takısı üretimine de önemli katkı sağlamışlardır. Bu konuda İstanbul ve Edirne’nin ayrı ve üstün bir özelliği bulunmaktadır. Burada Bizans Çağı’ndan beri bu şehirlerde mesleklerini sürdüren Ermeni, Rum ve Yahudi ustaların katkılarını hatırlamak gerekmektedir.

Birçok sanat biçiminde olduğu gibi modern takı sanatında tasarımcılar- sanatçılar, çağın getirilerine, beklentilerine uyarak sınırlarını genişletmeye başlamışlardır. Sınırlarını genişletirken, insan bedenine uygun boyut, ağırlık, şekil gibi ölçülerin limitlerini zorlayarak takıya modern kültür içerisinde farklı bir konum kazandırmayı hedeflemişlerdir. Tasarımcıların ve sanatçıların bu noktada, takılabilirlik diye adlandırılan, insan bedenine uygunluk yani ergonomiyi öncelik olmaktan çıkararak heykelsi formlara uzanan biçimlendirme anlayışını benimsediği görülmektedir.

Eski medeniyetlerden günümüze halkın yaşam biçimi, yaşadığı coğrafya, iklim, geçim kaynakları, beslenme alışkanlıkları, anane, din ve dil, müzik ve folklor yapısındaki değişimle, geleneksel çizgilerin dışında dünya modasında esen rüzgarların da etkisiyle modern formda takılar da hızla piyasadaki yerlerini almışlardır. Dünya eğilimlerini yakından takip eden ve rakiplerine göre piyasada fark yaratmak isteyen firmalar, tasarımın etkin bir güç olduğunu gördükten sonra, kendi tarzlarını yaratmak amacıyla tasarıma ve tasarımcıya önem vermeye başlamışlardır.

Dünyada tasarım zenginliği açısından Türkiye, şanslı ülke konumundadır. Rakip ülke tasarımcıları müzelerden ve tarih kitaplarından yararlanırken, Türk tasarımcıları aynı coğrafyada doğdukları Hitit, Truva, Urartu, Roma vb. gibi medeniyetlerden daha hızlı bir şekilde esinlenmektedirler. Sahip olunan bu kültürel zenginliği, aldıkları eğitimle birleştiren tasarımcılar, ürünlerini uluslararası piyasalardaki çok sayıda müşterilerinin beğenisine sunmaktadırlar.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın